KURUMSAL
SON DUYURULAR

Vefatının 72. Yılında Şiirleri, Fıkraları, Eserleri ve Bilinmeyen Yönleriyle Neyzen Tevfik Kolaylı
29 Ocak 2025“Türk-Macar Dostluğunda Gül Baba’nın Yeri ve Önemi” Başlıklı Konferans Budapeşte'de Gerçekleştirildi
13 Kasım 2024
Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığına Yapılan Eleştirilere Dair Basın Açıklaması
19 Mayıs 2024
Balım Sultan Bektaşilik Araştırmaları Derneği Kuruldu.
23 Nisan 2024
Giriş
İslamiyet Hz. Muhammed'in tebliğiyle artan bir hızda taraftar bulmuş ve insanlar kitleler halinde Müslüman olmuşlardı. Hayatta olduğu dönemde günlük yaşam, inanç, ibadet ve muamelat ile ilgili sorulara cevap veren Peygamberimiz, bulunduğu toplum içinde eşitlikçi, haktan yana bir tevhid inancını yerleştirmeyi amaçlamaktaydı. Tebliğ ettiği hükümler ise Cebrail aracılığı ile Allah'tan kendisine bildirilenlerden başka bir şey değildi. Hz. Muhammed'in ardından yöntemine itirazlar olmakla beraber dört halife de seçimle iktidara gelmişler, ancak bu süreçte pek çok sorun yaşanmıştır. Hz. Muhammed, ileride uyuşmazlığın çıkacağını görmüş ve Gadir-i Hum'da Hz. Ali'yi Müslümanların mevlası ilan ederek sorunu çözmeye çalışmıştır. ı
Hz. Ali'nin ilk halifeye biat etmeye karar vermesi, peygamberin cenazesine ilgisizlik ve Fedek Hurmalığı meselesinden doiayı zaman almış, ancak Hz. Fatıma'nın Hakk'a yürümesinden sonra gerçekleşmiştir. Hz. Ali üç halifenin iktidarda olduğu dönemlerde çevrenin telkinlerine rağmen siyasetle ilgilenmemiş, hilafetle ilgili talebi olmamıştır. O, batın padişahı yani Şah-ı Merdan2 olduğu için tefekkür ve ibadetle bu süreyi geçirmiş, kendisine bir şey danışılması halinde devlete yardımda bulunmuştur. Buna karşın aşağıda olduğu gibi pek çok sorun yaşanmıştır. Konuyla ilgili olarak Nihat Çetinkaya:
"Hz. Osman halifeliği süresinde kendi akrabalanna aşın derecede düşkünlük göstermiştir. Bu cümleden olmak üzere Ebu Bekir ve Ömer zamanında tayin edilmiş eyalet valilerini ve yüksek memurlan şu veya bu sebeple görevinden almış ve bunlann yerine büyük çoğunlukla kendi akrabalarını atamıştır ....
Osman'ın Küfe Valisi Mugiyre tarafından 'Ali'ye sövme ve taraftarlannı kötüleme, Osman'ı ve taraftarlannı övme' kampanyası başlatılmıştı. Bu hareket Muaviye zamanında hutbelerde lanetleme şekline dönüşerek ancak, Emevt Halifesi Ömer Bin Abdülaziz (717-720) devrinde kaldırılmıştı. "4 demiştir.
Hz. Ali halife olmayı istememiştir. Halkın ısrarı üzerine bu görevi kabul etmek zorunda kalmıştı. Hz. Ali'nin halifeliğinin Muaviye tarafından kabul edilmemesi Sıffin Savaşını beraberinde getirmişti. Amr İbnü'l-As'ın hile yoluyla halifeliği Muaviye'ye vermesi, İslam tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına, günümüze kadar devam eden farklılıkların ve sorunların ilk çıkış noktası olmasına sebep olmuştu.
Hz. Muhammed, yaşamı boyunca her işi iayık olana yaptırmayı tercih etmişti. Onun bu davranışı Muaviye tarafından örnek alınmadığı, saltanatını tesisi ettiği gibi, camilerde Hz. Ali'ye lanet okunmasını da gelenek haline getirmişti.
a. İslam' da İlk Ayrılıklar
Hz. Ali'nin hariciler tarafından katledilişinden sonra, halkın önemli bir kesimi Hz, Hasan'ı halife seçilmişti. Konuyla ilgili olarak İsmail Kaygusuz: "Yaklaşık kırk bin kişilik ordunun başında, babasının öcünü almak için haricileri takip eden Hasan, Muaviye'nin başında bulunduğu Suriye ordusuyla karşılaştı. Kendisine haber gönderip müzakere isteyen Muaviye, öbür taraftan Küfeliler arasına soktuğu adamlanyla yaydığı yalan haberler ve dağıttığı rüşvetlerle Hasan 'ın ordusunu parçaladı. Çeşitli kabilelerden oluşan birlikler uyuşmazlığa düştü ve Hasan'ı yüzüstü bıraktılar. Bir kısmı ona başkaldırdı, bir kısmı Muaviye ordusuna katıldı. "5 demiştir.
Muaviye, Hazret-i Ali'nin halifeliğine olduğu gibi, Hasan'ın da halifeliğine karşı olması savaş çıkmasına ve kan dökülmesine sebep olmuştu. Daha büyük sorunlar yaşanmaması için ise Hazret-i Hasan, Muaviye ile beş maddelik bir antlaşma yapmış, fakat yapılan antlaşma da ve verilen sözler de yine Hazret-i Hasan'ın, Muaviye'nin adamı olan Mervan vasıtasıyla Cude tarafından zehirletilmesine engel olamamıştı. 6
Antlaşmanın şartlarına uyma konusunda samimi olmayan Muaviye, Nuheyle'ye gittiğinde: "Ben Hasan'la bazı şartlara uyacağımı vaat ederek uzlaştım; ama o şartların hepsi de ayağımın altında; onların hiçbirini yerine getirmeyeceğim. "7 demişti.
Bunun ardından, Küfe halkı bu sefer de halifeliğe Hazret-i Hüseyin'in geçmesini ısrarla istemiş ve kendisine yüzlerce mektup göndermişti. Bu sırada Medine'de bulunan Hazret-i Hüseyin, amcasının oğlu Müslim bin Akil'i kendi adına biat alınası için Küfe'ye göndermişti. Haberi alan Yezid, Küfe valisi Numan bin Beşir'in yerine Ubeydullah bin Ziyad'ı göndermiş, her ne pahasına olursa olsun, herkesin kendisine biat etmesini istemişti.
Ubeydullah bin Ziyad, Küfe halkından Hz. Hüseyin'in halifeliğini kabul etmemeleri için halktan kimini öldürmüş, kimini ise para ile satın almıştı. Bu olayın benzeri Muaviye zamanında Hazret-i Hasan için de yapılmıştı. Sonunda İslam tarihinde kara bir leke olan Kerbela Faciası, yine İslam adına yaşanmıştı. Alevilik tarihi açısından bu, ikinci kırılmaydı. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Beyt hakkında ayetlere ek olarak, Peygamberimizin hadisleri de olmasına karşın Kerbela'da insanların şehit edilmeleri İslam alemindeki ayrışmanın Sıffiyn savaşından sonraki ikinci aşaması olmuştu.
Yani Alevilik tarihi açısından bakıldığında, bu yaşanan ikinci kırılmaydı. Bu süreçte Yezid, Peygamberin gösterdiği yolda gitmediği gibi, ondan emanet kalan her şeyi yok etmeye çalışmaktaydı. Bu nedenle Hazret-i Hüseyin ona biat etmemekte kararlıydı. Yenilen ve İslam'ı kabul etmiş gibi gözüken insanların sinsice eski nüfuzlarına kavuşma çabalan ise, aralıksız olarak sürmekteydi. Bu insanlar İslam'ın şekilsel şartlarını yapmakla beraber, sosyal yaşamlarında yasaklarına uymuyorlardı. Nihat Çetinkaya konuyla ilgili olarak:
"Bir süre Yezid'in yanında kalan bu heyet, Medine'ye dönünce Yezid'in içki içtiğini, çalgı ile meşgul olduğunu, köpeklerle oynaştığını, dinle hiçbir ilgisi bulunmadığını halka anlattılar. Bu haberlerin etkisiyle ayaklanan Medineliler Emevt Valisi'ni Medine' den kovarlar. Bunun üzerine Yezid, Müslim bin Ukbe'nin kumandasında 12.000 kişilik bir ordu gönderir. Savaşta 300'ü sahabeden olmak üzere 10.000 Medineli kılıçtan geçirildi, binlerce kızın ırzına geçildi. Müslim Medineliler'in birer birer gelip Yezid'in kulu olduklanna, mallannı canlannı dilediği gibi tasarruf edebileceğine, dilerse anlan satabileceğine, dilerse azat edebileceğine yemin ettirdi ve bu şekilde aldığı emri yerine getirdi ... "8
• ·
"Muaviye'nin Suriye Valisi olduğu dönemden beri, Suriye' de başlatılan Hz. Ali'ye lanet okuma geleneğini, halife olunca Irak'ta da başlatmış, samimi Müslümanlar arasında büyük tepkiye sebebiyet vermişti. Hz. Peygamberin eşlerinden Ümmü Seleme'nin bizzat mescide gelip Resulullah'ın 'Ali'ye söven bana, bana söven Allah'a sövmüş olur' hadisiyle kendisine ihtarda bulunmasına rağmen bundan vazgeçmemişti." 9 demektedir.
Ehl-i Beyt karşıtlığı, Hazret-i Ali'ye düşmanlık ve lanetleme geleneği hem Emeviler'de hem de Abbasller'de devam etmişti. Abbasi halifeleri, İmam Malik ve İmam Azam Ebu Hcinife'den Ali taraftarlığı anlamına gelen Şia'ya karşı yeni bir mezhep oluşturmalarını, Farslar ve Türkler arasında ise milliyet hislerini sokarak aralarının bozulması konusunda desteklerini istiyordu. Bunun karşılığında İmam Malik'e ayrıca Kfife kadılığı teklif edilmiş, kabul etmemesi üzerine ise zindana atılıp, yüz kırbaç vurularak cezalandırılmıştır (M. 747). İmam Malik'e yapılan bu teklif, İmam Azam'a da edilmiş, kabul etmeyince aynı şekilde zindana atılmış, kırbaçlanmış ve orada yediği kırbaçların tesiriyle vefat etmiştir. 10
Emevilerin ilk halifesi Muaviye'ye kadar "Sünni" ve "Sünnllik" adı ortada yoktu, Emeviler'in kurnaz halifesi ilk defa olarak Sünnllik adını kullanmıştı. Biz 'Ehl-i Sünnetiz, Ali ise yoldan çıkmıştır.' demekteydi. 11 İsmail Kaygusuz, Hz. Ali'nin hutbelerde yıllarca lanetlenmesi ve bu süreçte yaşananlarla ilgili olarak şunları söylemiştir:
"Muaviye, Irak'ı itaati altına alır almaz, Mugire b. Şube'yi Kfife'ye vali olarak atadı. Ondan her Cuma namazında minberden Ali'ye lanet okumasını, küfretmesini istedi ... Muaviye camilerde minberden Ali'yi lanetlemeyi bir siyaset kurumu haline getirmişti 12
•••
Hz. Muhammed'in ilerici İslamcı eylemi, İslam öncesi putperestlik pratiğinin düşünme yöntemleri içerisinde Arap tutuculuğunu bastırdı. Fakat otuz yıldan daha az bir zaman içinde bu Arap tutuculuğu, Hz. Muhammed'in aksiyonunu bir kere daha değiştirmek ve bozmak için güçlü bir reaksiyon (karşı eylem) başlamıştı. Yezid'in karakterinde tam iktidar oldu ... Hüseyin'in İslam'a ilişkin ilkelere karşı açık reaksiyon gösteren Yezid'i kabul etmesi, Muaviye ile Hasan'ın durumunda olduğu gibi sadece politik bir düzenleme anlamına gelmeyecekti, aynı zamanda Yezid'in karakteri ve yaşam yolunu onaylamak olacaktı. Hüseyin sadece silahlı gücün İslam eylemi ve bilincini kurtarmayacağını anladı. Ona göre büyük bir sarsıntıya, kalpleri ve duyguları sarsmaya gereksinim vardı. Bunun sadece acı çekme ve kendini kurban verme sayesinde başarılacağına karar verdi. "13 demektedir.
İslam tarihine kara bir sayfa ve yüzyıllarca dinmeyecek bir matem olarak yazılacak Kerbela olayından yalnızca Zeynelabidin kurtulmuştu. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in ardından, imamlık geleneği onunla devam etmişti.
Muaviye ve Yezid döneminde İslam halifeliği, kural tanımaz bir saltanat haline dönüşmüştü. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir başka konu da, Şiilerin İmamiye anlayışıyla Alevi ve Bektaşllerin İmamiye anlayışı arasındaki farklardır. Şiilik inancına göre Ehl-i Beyt neslinden gelen imamlar günahsızdır, ayrıca hem dini, hem de siyasi lider olması gerekir. Alevilikte imamet anlayışında dini liderlik mutlaka Ehl..,i Beyt neslinden bir dedeye aittir, fakat siyasi liderlik konusunda böyle bir şartları yoktur. Bektaşilikte ise aynü'l-cem sırasında imamet görevi yapan babanın 'yed'i sahih olup olmadığına, yani tuttuğu elin Hz. Muhammed'e çıkıp çıkmadığına dikkat edilir. Eğer eli, yani nilr zinciri Hz. Ali'ye, dolayısıyla Hz. Muhammed'e çıkmıyorsa, onun meydanına girilmez, baba olarak kabul edilmez. Aynü'l-cemde kılınan halka namazına dahil olunmaz. Halifelik kavramından da manevi halifelik yani batın padişahlığını anlarlar, dünya padişalılığında, malında asla gözleri olmmeseleye tarih boyunca bu şekilde bakmışlardır. . Altıncı imam olan İmam Caferü's-Sadık 724-743 arasındaki imamlık yıllarında siyasetle ilgilenmemiş, başkaldırı eylenılerine katılmamıştır. Emevi ve Abbasi iktidarlar tarafından, Ehl-i Beyt taraftarları ve imamlar, potansiyel muhalif olarak izlenip, baskı görmüşlerdir. İmam Caferü's-Sadık, Hz. Ali'den itibaren kendisine aktarılan Ehl-i Beyt'in İslam anlayışını, Kur'an ayetlerini ve hadisleri batın! yorumuyla geliştirmiş ve yaygınlaştırmıştı. Hatta 'Takiyye benim atalarımın dinidir.' diyerek, batıni yorumlarını herkesle paylaşmadığını anlıyoruz. 14 Bu takiyye dünya malı için değil, Allah'ın rızası için yapılmıştır.
Gerek Muhammed Bakır ve gerekse İmam Caferü's-Sadık, siyasi tutkuları olmayan, zamanının İslam bilginleri ve mutasavvıfları idiler. Kendilerini imam kabul eden, peşlerindeki Zeyd' den ayrılan geniş rafız! kitlelerle de siyaset yönünden ilgilenmemişlerdir. 15
Emevi ve Abbasi zulmünden kaçan Ehl-i Beyt taraftarları ve o aileye mensup olan insanlar Türklerin ve Farsların arasında yaşama imkanı buluyorlardı. Yine o dönemde Türkistan'dan esir olarak getirilmiş ve Arapların 'mevali' dediği16 bu topluluklar ileriki tarihlerde o kadar çoğalmışlardır ki, Mısır'da Tolunoğulları, İhşidler ve Memluklu (13. yy) isimleri altında Türk devletlerini kurmuşlardır. 17
Selçuklu ve Osmanlı Devleti kuruluşlarında bütün desteklerini Türkmen topluluklardan almış olmasına karşın daha sonra Selçukluların Farsların etkisinde, Osmanlıların ise Arapların tesirinde kaldığı ve devletin asli yapısını oluşturan Türkmenlerin ihmal edildiği görülmüştür. Bu ihmallerin sonucu olarak Selçuklular döneminde Babai isyanları, Osmanlılar devrinde ise Celali isyanlarının çıktığı tarihi bir gerçektir ve bu da binlerce Türkmen'iİı kanının dökülmesine neden olmuştur. Kuruluş döneminde adalet ön planda iken, imparatorluk haline geldikçe, çeşitli nedenlerle adaletsiz uygulamalar başlamış, dolayısıyla yüzyıllarca süren isyanları da beraberinde getirmiştir.
b- Erdebil Tekkesinin Kuruluşu ve Etkileri
Aleviliğin tarihinin doğru anlaşılması açısından Erdebil Tekkesi ve Şeyh Safi hakkında kısa bilgiler vermekte yarar olduğu ·düşüncesindeyiz. Erdebil Tekkesi'nin kurucusu olan Safiyüddin Erdebili, 1252'de Erdebil'de doğdu. Firuz Şah'ın torunu olan Safiyüddin, Şeyh zahid-i Geylfuıi'den el aldı. Kısa bir süre içinde tasavvuf konularındaki bilgisiyle ün kazandı. Şeyh zahid-i Geylani'nin ölümü üzerine onun postuna oturdu. Şeyhin kızı Bibi Fatma ile evlendi. Şeyh Safi 1334 yılında ölünce oğlu Sadreddin Musa posta oturdu.
1334-1392 yılları arasında postta kaldı. Taraftarları binleri buldu.18 Bilindiği gibi, Yıldırım Bayezid, Timur ile 1402 yılında yaptığı savaşta yenilgiye uğramıştı. Savaşta esir düşenleri Timur geri dönerken beraberinde götürmüş, Erdebil Tekkesi'nin o dönemdeki şeyhi ·Hoca Ali'ye hediye etmişti. Bu Türkmenler, Hacı Bektaş ilkelerini Erdebil'e ilk taşıyanlar olup, muhtemelen onların inançlarında şekil değişikliğine de sebep olmuşlardı. 19 Esir Türkmenlerin sayısı tartışmalı bir konu olmakla beraber, önemli bir kısmı tekrar Anadolu'ya döndüler. Erdebil Tekkesi'ne ve özgürlüklerine kavuşmalarının minnet duygusu içinde tekke şeyhine gönülden bağlılıkları devam etti. 20
Hoca Ali, Timur tarafından kendisine verilen Erdebil ve köylerinde müstakil hareket ettiğinden, insanlara hükmetmenin bir bakıma tadına varmıştı. Özerk de olsa yine bir nevi fifü olarak devlet başkanı gibi davranıyordu. Çünkü Erdebil ve köylerinden elde edilen gelirler bir havuzda toplanırdı. Bunun dağıtımi ise, tamamen tekkenin şeyhlerine bağlıydı. Hoca Ali bu işi yapmakla adeta bir devlet yönetmenin nasıl olduğunu anlamıştı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu bağımsızlık işinin tadına varıldıktan sonra ondan vazgeçmek gerçekten kolay değildi. Bu durumdan hareketle Hoca Ali' de de insanların manevi hayatına hükmetmenin yanında bir de maddi hayatlarına hükmetme fikri doğmuş olabilir. İınamiye mezhebine göre ise, bu iş yani hilafet (Devlet Başkanlığı), zaten Ehl-i Beyt'ten olanların hakkıdır. Diğerleri hilafeti onlardan gasp etmişlerdir. Hoca Ali'nin kendisi de Ehl-i Beyt neslinden olması nedeniyle devlet başkari_ı olmak onun da hakkıydı. Tarihte pek çok örneği bulunan şeyhlikten şahlığa dönüşmeler, çok zaman padişahların korkulu rüyaları olmuştur.
Bununla beraber, mevcut fiili duruma rağmen Hoca Ali, bu niyetini açığa vurmamış ve bir devlet kurma teşebbüsünde bulunmamıştı. O kendisine tanınan statüye uyarak hizmetlerine devam etmiştir. Bu hizmetlerine devam ederken de İınamiye mezhebini daha çok benimsemiş ve bunu yavaş yavaş müritlerine de kabul ettirmeye çalışmıştır.21
Şeyh Cüneyt döneminde ise, Alevilik Anadolu'da hızla yayılmaya devam etti. Safeviler Cüneyt'ten itibaren siyasi çalışmalara başladılar. Cüneyt'in siyasal çalışmaları ve iktidara geçme niyeti yüzünden amcası Cafer ile arası açıldi. Babasının müritlerini çevresine topladı. Azerbaycan, Doğu Anadolu ve İran'ın öteki bölgelerine müritler gönderip yer yer isyanlar çıkardı. Bu isyanlar yüzünden Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah tarafından sınır dışı edildi. Cüneyt de, Anadolu'daki Aleviler arasında muhtemelen taraftar bulmak amacıyla çalışma yapmak için İkinci Murat'a başvurdu. İkinci Murat, bazı hediyeler yollayıp Cüneyt'i geri çevirdi. Cüneyt, Karaman Oğulları'na gitti, orada da beklediğini bulamadı. İçel bölgesinde, Batı Anadolu' da, Kuzey Suriye' de bulunan Türkmen aşiretlerinden V arsaklar arasında çalışmalara girişti, fakat yine başarıya ulaşamadı. Trabzon Rum Devleti'ni ortadan kaldırıp bu devletin toprakları üzerinde bir devlet kurarak amacını gerçekleştirmek istediyse de başaramadı. Bundan sonra Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitti. Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şci.h'a karşı Cüneyt'in taraftarlarından yararlanmak isteyen Uzun Hasan, kız kardeşi Alemşah Hatun'u onunla evlendirdi. Cüneyt, Erdebil'e geri döndü. Müritleriyle Dağıstan'a hakim olan Şirvan Hükümdarı Halil ile 1460 yılında yaptığı savaşta öldürüldü.
Onun yerine posta, oğlu Şah Haydar oturdu. Plrliği 1460-1488 yılları arasındaydı. Cüneyt'in yarıda kalan çalışmalarını devam ettirdi. Bu sırada Uzun Hasan'ın kızıyla evlendi. Müritlerine On İki İmam'ı ifade eden 12 ·dilimli kızıl taç giydirdi, sarık sardı. Bu on iki terkli taçtan dolayı Erdebil Tekkesi müritlerine "Kızılbaş" denilmiştir. Şah Haydar'ın, müritlerine giydirdiği başlığın renginin "Kızıl" olmasının birtakım sebepleri vardır. Anadolu'da Türk göçebe unsuru da XIII. ve XIV. yüzyıllarda kızıl börk giyerlerdi.22
Bu nedenle tarikatın mensuplarına "Kızılbaş" veya "Haydari" denildi. Önceleri tanıtmak amacıyla Kızılbaş ismi kullanılırken, daha sonra onları aşağılama anlamında kullanmıştır. Şah ·Haydar, babasının intikamını almak üzere, Şirvan Hükümdarı Ferruh Yesar'ın üstüne yürüdü; fakat 1488 yılında savaş meydanında öldü. Dolayısıyla bu aile hakkında takibata başlandı. Uzun Hasan'ın oğlu Sultan Yakup 1490'da ölünce, Akkoyunlu ailesi arasındaki saltanat mücadelesinde, Safevilerin nüfuzundan yararlanmak isteyen Akkoyunlu Hükümdarı Rüstem Bey, İstahar kalesinde tutuklu bulunan Şah Haydar'ın oğullarını serbest bıraktı ve Erdebil'de yerleşmelerine izin verdi.
Şah Haydar'ın en önemli müritlerinden birisi olan Antalya yakınındaki Teke ilinde oturan Hasan Halife, Erdebil Dergfilu'na pek çok insanın bağlanmasına sebep olmuştu. Onun oğlu olan Şahkulu 1510 yılında önemli bir ayaklanmayı gerçekleştirmişti. Bu isyanda Osmanlı'nın devşirmelere önem verip Türkmenleri ihmal etmesinin ve onları önemli görevlere getiirnemesinin büyük payı vardır. Ayrıca tımar dağıtımındaki adaletsizliklerin, Türklerin ellerindeki tımarların saraya yakın kimselere verilmesinin ve aşırı alınan vergilerin bu isyanda payının old~ğu da gözardı edilmemesi gereken bir gerçektir.
Bu isyanlar, Türkmenlerin Osmanlı'ya güvenmemesine ve dolayısıyla Erdebil Ocağı'na yönelmelerine neden olmuştur. Daha sonra İran Alevileri ve Anadolu Alevileri pir olarak Şah Haydar'ın diğer oğlu Şah İsmail'i önder kabul ettiler. Posta oturan İsmail, yedi veya sekiz yaşında idi. Kardeşi Ali'nin ölümü üzerine, tarikatın müritleri onu Geylfuı'da Lahican kalesine sakladılar. İsmail, Akkoyunlu hükümdarı Rüstem'in öldürülmesinden sonra, 13 yaşında olduğu halde, büyükbabası Uzun Hasan'ın bıraktığı devletin başına geçmek için, gizlendiği Lahican'dan ayrılıp birkaç yüz müridi ile birlikte Anadolu'ya geldi. Sonra Erzincan'a ulaştı. Anadolu'daki Alevi Türk boylarından "Rumlu, Ustacalı, Tekeli, Şamlı, Zülkadirli, Varsak, Çepni, Arapkirli, Turgutlu, Bozcalı, Ecirli, Hınıslı" boyları, onun çevresinde toplandılar. Şah İsmail; "Çapanlı, Karamanlı, Avşar, Kaçar" gibi boyları da yanına aldı. Anadolu'dan topladığı Alevi askerlerle 1500 yılında İran'a dönüp Aran ve Şirvan'ın bir kısmını ele geçirdi.· Azerbaycan üstüne yürüyüp Akkoyunlu Elvend Mirza'yı, Nahcivan'da yendi. Mirza, Diyarbakır'a kaçtı. İsmail de Tebriz'e döndü. Bu şehri, Safevilerin ilk başkenti yaptı ve 1501 yılında saltanat tacını giydi. Şah İsmail. bundan sonra Irak-ı Arab'ı aldı ve Fars hükümdarı Murad Bey'i, Hemedan'da 1503'te yendi. Şah İsmail'in, böylelikl~ şeyhlikten şahlığa geçişi tamamladığını gözlemliyoruz.
c- Alevilik Tarihinin Önemli Kırılma Noktalarından Çaldıran Savaşı
Çaldıran Savaşı öncesinde, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında karşıhklı yazışmalar yapılmış, ancak Şah İsmail'in gönderdiği elçiler şeriate aykırı olmasına rağmen Yavuz tarafından öldürtülmüştür. Çaldıran'da Yavuz'un ordusuyla karşı karşıya gelen Şah İsmail'in ordusu çok iyi savaşmış olmasına rağmen, top, tüfek gibi ateşli silahlar yönünden Yavuz'un ordusunun üstün olması nedeniyle yenilgiye uğrar. Çok kanlı bir şekilde ve Yavuz Sultan Selim'in zaferiyle sonuçlanan bu savaşta savaş meydanına gelinceye kadar Yavuz'un binlerce Alevi'yi katlettiği bilinmektedir. Bununla beraber Şah İsmail'in de fütühat için kan döktüğü gözardı edilemez. Alevilik tarihi üçüncü kırılma noktasını da bu savaşta yaşar.
Yavuz Sultan Selim, bu savaşa başlamadan önce halkın desteğini alabilmek için devrin alimlerinden, Kemfil Paşazade, Ali b. Abdülkerim, Subguri Hasan b. Ömer, Saru Görez adıyla bilinen Müftü Hamza ve Molla Arab gibi kişilerden destek alır. 23 Bu alimler yazdıkları raporlarda, Anadolu'daki Rafızi, Babai, Batıni, Kalenderi, Haydari, Abdal ve Seyyadların Şah İsmail'e bağlandığını, nezir adı altında bir nevi vergilerini ona verdiklerini, dinin hükümlerini, Kur'iin'ı aşağıladıklarını, Allah'ın haram dediklerini helfil saydıklarını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca bunların kestiklerinin yenmeyeceğini, bunların mallarının, evlatlarının gaziler arasında taksim edilebileceğini, onlarla işbirliği yapanların kafir sayılacağını, bu uğurda ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını, öldürülen kızılbaşların cehennemlik olduğunu, onlara acınmaması gerektiğini, katillerinin vacip olduğunu bildirınişlerdir. 24
Yavuz Sultan Selim, Safevi Devletini ortadan kaldırmayı düşünmüş olmasına rağmen, Yeniçerilerin tutumu yüzünden bunu gerçekleştiremedi.25 Safevi topraklarının Osmanlı Devletine katılmasında İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Mehmed Paşa'nın çok önemli bir yeri vardır.
Bu dönemden sonra Şah İsmail'in (1487-1524) İran'da güçlenen nüfuzunun Osmanlı coğrafyasındaki Türkmen aşiretlerine doğru yayılmaya başlaması ve Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethederek hilafeti alması ile keskinleşmeye başlayan Arap İslam yorumu ile halk tipi İslam yorumu arasındaki ayrışma giderek şiddetlenmişti. Osmanlı Sultanları kendi tebaalarını kontrol altında tutabilmek ve İran'ın etkisini önlemek amacıyla bazılarının Arap tarzı İslam anlayışı olarak adlandırdıkları Sünni-Ortodoks inancını giderek daha çok sahiplenmişlerdi. Ayrıca Yavuz'dan kaçan Kızılbaş Türkmenler, Erdebil tarafına göç ettikleri için, bu durum Osmanlı'nın mali yönden gerilemesine sebep olmuştu. Osmanlının, imparatorluğa doğru ilerleyip, devletin gelirleri büyüyüp, bürokrasisi arttıkça kendisini kuran Türkmenlerden uzaklaştığı, onlara karşı sert tedbirler aldığı görülmektedir. Şah İsmail'in kurduğu Safevi Devleti de aynı akıbete uğramıştır. Devleti kuran ve katkıda bulunanlar Türk olmasına rağmen, bir süre sonra yönetim Acemlerin eline geçmiş Kızılbaşlık, Şiiliğe dönüşerek resmi devlet dini olmuştur.
Bu arada gözardı edilmemesi gereken diğer bir konu da İpekyolu'nun eski önemini kaybetmesi, bu nedenle Osmanlı'nın gelir kaynaklarının azalmasıdır. Çünkü Avrupa devletleri Akdeniz' den Kızıldeniz'e, oradan Hindistan'a gitmekteydi. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı'nın gelir kaynaklarının düşmemesi için Mısır'ı fethetmek zorundaydı. Yani Yavuz ve Şah İsmail arasında yapılan bu savaş, mezhep savaşı gibi gözükmekle beraber, savaşın asıl nedeni siyasi ve ekonoıniktir. Halkın desteğini kaz~ak için buna dinsel neden oluşturulmaya çalışılmıştır. Mısır'dan getirilen ulema, Alevi-Bektaşi toplumuna önyargılı bakışı hızlandırmıştır. Halbuki Bektaşilik, Osmanlı'nın kuruluş döneıninde en ön sıradaydı, Yeniçeri Ocağı'nın 'pir'i Hacı Bektaş Veli olarak kabul edilmişti. Ayrıca Balkanların İslfunlaşmasında da Bektaşiler oldukça etkili olmuştu.
Şah İsmail zamanında, İran' da sarayın resmi dili Türkçe oldu. Devletlerarası yazışmalarda Türkçe kullanıldı. Osmanlı sarayında "kaba Türk" "akılsız Türk" "eşek Türk" diye horlanan Türkler, Şah İsmail'in yanında başköşedeydi.
Birine Türk demek, bir nevi hakaretti. "Türk ne bilir bayramı, lak lak içer ayranı", "Türk ata binince kendini bey sanır" 26 sözleri bu aşağılayıcı ifadelerin sonucu söylenmiştir.
Yönetim kademeleri, halktan insanların elindeydi. Sarayda halk ozanları bulunuyor, bunlar türküler okuyorlar, Şah İsmail, beyleriyle birlikte ok atarken, geride duran ozanlar koçaklamalar söyleyerek onları övüyor, tam bir Dede Korkut geleneği yaşatılıyordu. Alevi kültürünün alt katmanlar üzerindeki etkisini yansıtan Dede Korkut öyküleri, adından da anlaşılacağı "dede" kültürüne bağlı idi. Bir dede olan "Korkut Ata", Oğuz boyları arasında, Alevi dinsel liderlerine verilen "dede" unvanı ile anılmıştır. Bunların geleneğini en iyi biçimde Şah İsmail sürdürmüştü. Deyiş adı verilen şiirlerinde zulüm kınanmaktaydı. O, içli, sade ve akıcı şiirlerinde Türk insanının duygularına tercüman olmuş ve halk tarafından çok sevilmiş, ibadetlerinde sıklıkla bu nefesler okunmuştur. Şah İsmail'in şiirleri, Türkçe'nin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur.
O zamana kadar padişahın yakın koruma ordusu Yeniçeri Ocağı'nın resmi tarikatı olmak üzere seçilmiş olan Bektaşiliğin, heterodoks sayılması için herhangi bir sebep görülmezken, bu durum yavaş yavaş değişmiş, Yeniçeriler ve dini inançları ulemanın hedefi haline gelmiştir. Buna paralel olarak Yeniçerilerin devşirme yoluyla askere alınma sistemi Sultan ill. Murat'ın oğlu için yaptığı sünnet düğününden sonra değiştirilmiştir.27 On altıncı yüzyılın sonlarına gelindiğinde Yeniçeri Ocağı'nın 94. ortasında bulunması kanun olan Hacı Bektaş Vekili makamı, İmam Ortası olarak değiştirilmiş, her ortaya birer imam görevlendirilmiş, her Yeniçeri odasında Kur'an okuma seansları başlamıştı.28 Bu değişiklikler ve ulema sınıfın rekabetinden kaynaklanan Yeniçeriliğe ve Bektaşiliğe düşmanca yaklaşımlar, Osmanlı Devleti'nin yıkılışını hızlandırmıştır.
Bektaşiliğin koruyuculuğunu yapan Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla, Bektaşilik büyük zarar gördüğü gibi, Anadolu Aleviliği de çok etkilenmiş, dağlık yerlerde devletin şerrinden uzak durmak zorunda kalmışlardır. Alevi halkın çok büyük kısmı inançlarından vazgeçmemek için, biraz da komşuluk ve ticari ilişkileri nedeniyle Kürtçe ve Zazaca öğrenmek, o şemsiye altında bulunmaya çalışmak suretiyle canlarını kurtarmışlardır. Konuyla ilgili olarak Cemal Şener şunları söylemiştir:
"Yavuz, Kürt Mollası Şeyh İdris-i Bitlisl'nin önerisi ve planlaması ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu' dan Türkmenleri sürdü ve çoğunu katletti. Yavuz'un verdiği boş fermanlar Bitlisi tarafından dilediği şekilde doldurulmuştur. Türkmenleri hakim oldukları idari beylikler ve topraklar; ''yurtluk ve ocaklık" adı altında 400 Kürt aşiret reisine, ağasına ve şeyhine verilmiştir."29
Kanuni devrinin ünlü Şeyhü'l-İslam'ı Ebusuud Efendi'nin Ramazan orucu tutmayanların öldürülmesini gerekli gören fetvası şu şekildedir:
Soru: Bir kişi açıktan açığa Ramazan gününde yemek yese, sorgulaması sırasında "Özrün yokken neden yemek yiyorsun?" diye sorulduğunda yine "Ramazan hadistir, düzme koşmadır ... " diye cevap verse ve bu sözünde dirense, ona ne yapmak gerekir? ...
Cevap: "Elbette öldürülmesi gerekir."30
Şeyhü'l-İslam Ebusuud Efendi'nin Kızılbaş/ Alevi topluluklarının ölümle cezalandırılmasını isteyen fetvasında ise:
Soru: "Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunlan öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu?"
Cevap: "Kızılbaşlann topluca öldürülmesi elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük, en kutsal savaştır ... Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur."31
Aziz Mahmud Hüdai dahi Şeyh Bedreddin'in takipçilerinin çoğunun Kızılbaşlarla aynı kimseler olduklarını ve aralarında pek fark bulunmadığını da ifade ederek bu karalama kervanına katılmıştır. 32 Bu karalama yüzyıllarca acımasız bir şekilde devam etmiştir. Günümüzde bile maalesef bu düşünce az da olsa taraftar bulabilmektedir.
d- Türkmen Aşiretlerin Aleviliği Kabul Etmelerinin Nedeni
Her inancın temsilcilerinin mutlaka inançlarının tarihsel kökenleri ve sebepleriyle ilgili söyleyecekleri vardır. Aleviliğin Türkler arasında kabul edilişinin nedenleri hakkında Nihat Çetinkaya şunları belirtmektedir:
"Çölde imkansızlıklarla, çölün acımasız şartlannda yokluklarla yaşayan Bedevi Arapların gazalara katılma istekleri başlamış ve büyük bir askeri güç meydana gelmişti. İşte Arapların Arabistan dışına taşması, fetihlere başlaması, asken gücü meydana getiren bu toplulukların daha çok ganimet elde etme isteklerini doğurmuştur.
Çünkü savaşlarda ve fetihlerde elde edilen ganimetin 4/5 i savaşa iştirak edenlerin hakkı idi. Bunun içindir ki, Kafkaslar'a, Horasan'a ve Türkistan'a yapılan seferlerde ve oraların fethinde, Araplar' da, İslam'ın tebliği ve yayılması gibi bir gayret ilk planda görülmez. O çağlarda Horasan (Aşağı Türkistan) ve Maveraünnehir bölgeleri dünyanın en önemli ticaret yollannın kavşağı ve tiçaret merkeziydi. Bu da ganimet arzusu ile dolu Arap ordulan için çok cazip bir haldi" ... "Türkler, Emevfler dönemi müslüman Arap ordulannın Türkistan istilası sırasında, Arapları daha yakından tanımışlardı. Bu dönemde Araplar'ın fetih hareketinin kanlı bir şekilde yağmaya dönüşmesi, Türkler'de Emevı yönetimine karşı düşmanca tepkileri oluşmuştu. Bu nedenle Emevf yönetimine karşı çıkan Ehl-i Beyt'e mensup ihtilalci şahsiyetlerin Türklere sığınması, 'düşmanımın düşmanı dostumdur' anlayışı doğrultusunda, Peygamber'in nesline karşı kuvvetli bir sempati oluşmuştu. "33
Emevi komutanlarından Kuteybe, Yezid bin Mühelleb gibi kişiler yüzbinlerce Türk'ü acımasızca katletti, binlercesini de esir etti. Hatta İbni Cerir, Yezid'in, "Eğer kendisine zafer müyesser olursa, Türklerden akacak kanlarla öğütülen unlarla yapılan ekmeği yiyinceye kadar oradan ayrılmayacağına ve Türkler'in boyunlan üzerinden kılıcını kaldırmayacağını, devamlı olarak katlettireceğine dair Allah'a karşı ahdettiğini" 34 nakleder.
Yezid bin Mühelleb Curcan'ı yedi ay muhasaradan sonra almış, şehre girince, şehri askerlerine yağmalatarak tahrip etmiştir. Esir aldığı erkeklerden
12.000 kişiyi ayırmış, geri kalanların bir kısmını kılıçtan geçirtmiş, diğerlerini de, şehre gireceği yolda 4 fersah boyunca diktirdiği darağaçlarına astırmıştır. Ayrılan eli kolu bağlı bu 12.000 Türk'ün başına gelenler de Emevi idaresinin tarihe düşürdüğü kara lekelerdendi. Enderhiz vadisinde kendilerini müdafaa edecek en küçük silahları bile olmayan bu zavallı esir Türklere saldıran Araplar bir hamlede 4-5 Türk'ü öldürmüştü. Yezid 12.000 kişiyi böylece feci bir şekilde kılıçtan geçirdikten sonra, tepeler gibi yığılıp kalan bu kafa, kol gövdeler üzerine doğru suyun mecrasını değiştirdi. Bu kan nehri Herdeki bir değirmene ulaşıyordu. En sonunda Yezid, bu kanların öğüttüğü unlardan yapılan ekmeklerden yedi. Böylelikle Allah'a verdiği sözü yerine getirmiş oluyordu. Yezidin yalnızca Curcan'da öldürdüğü Türklerin sayısı, kaynaklarda 40.000 olarak verilmektedir. 35
İslamiyet'in Türkler tarafından kitlesel anlamda ve devlet düzeyinde kabul edilişi Karahanlılar Devleti ve Satuk Buğra Han dönemine denk gelmektedir. Karahanlılar'ın Müslüman olmalarını etkileyen sebeplerin en başında, Arap yönetimine muhalif, İslamı anlayışta onlardan farklı olan sufi dervişlerin Türkler arasındaki tebliğlerinin etkisi gelir. Sufilik cereyanı mensupları, tarih boyu, genellikle halifeliğin muhalifleri ve Ehl-i Beyt taraftarları olmuşlardır. Muaviye zamanında ve özellikle Kerbela olayı sonrasında büyük baskılar altına alınan Ehl-i Beyt mensupları, taraftarları arasından birçokları, Arabistan çevresinde barınma imkanı bulunmayınca, "sığınacak kurtuluş yeri, emin yurtlar" olarak tanımlanan Türk yurtlarına doğru göç ederler. Arap hakimiyetinin çöktüğü X. Yüzyıldan itibaren, Türkistan'ın birçok bölgesi yoğun olarak sı1fi dervişlerin, İslam'ı tebliğ faaliyetlerine sahne oldu. Sufi dervişlerin İslam yorumu, 300 yıla yakın bir süre, Türkistan ve çevresini tahrip eden Arap yönetiminin İslam anlayışından farklı, fakat Kur'an ruhuna uygun, İslam'ın mistik bir yorumuydu. Türk yurtlarında İslam'ın yayılmasında Araplar'ın başarı elde edememesinin sebebi, İslam'ın Arap fakihler tarafından ortaya konan şekliyle, göçebeler tarafından ihtiyaçlarına cevap veremeyecek yapıda olmasındandı. 36
Faruk Sümer, Türklerin Müslüman oluşlarında, Müslümanlarla ticari ilişkilerinin yanında, Müslüman derviş ve şeyhlerinin Türkler arasında yaptıkları propagandaların önemine işaret etmektedir. Türklerin İslamiyet'i anlamalarında ve Müslüman oluşlarında, sufi İslam anlayışının önemli isimlerinden, ünlü mutasavvıf Hallac-ı Mansur'un Türkistan'da Türkler arasındaki faaliyetlerinin etkisi çoktur.
Türk Aleviliği her şeye karşın inancını eksiksiz yaşatmak için Türk dilini, soyunu, töresini korumuş, yabancı ile evlenmemiş ve iki kadın almamış, namus meselesi gibi çok özel nedenler hariç eşini boşamamıştı. Mukaddes bildiği ocağına hizmet edip yaşlılara dede, baba, bacı, kardeş deyip gençlere hürmet ve muhabbet gösterdi. İbadetlerinde insan ruhunu etkileyecek en tesirli yöntemin musiki eşliğinde olduğunu bildiği için sazını elinden düşürmedi. Hatayi'nin nefesleri ibadet ve irşad mekanlarının yüzyıllarca vazgeçilmez ögesi olmuştu.. Geldiği topraklardaki geleneğini Anadolu'ya taşıdı,
Oğuz töresinde şölen ayini nasıl olduysa, o da er meydanını, muhabbet meydanını öyle açtı. Kadınına tesettürü uygulamadı. Dişi erkek arasında fark görmedi. Tüm bunlara rağmen töresini muhafaza eden Aleviler, zındıklık, mülhidlikle suçlandılar.
e- İslamiyet Öncesinde Türklerde Din Anlayışı
Türklerin inançları ile ilgili en eski bilgilere Çin yıllıklarında, Bengü Taş yazıtlarında ve muhtelif yazılı kaynaklarda rastlamaktayız. Özellikle Bengü Taş yazıtlarında inançla ilgili bilgiler de verilmiştir. Muhtelif ruhların üstünlüğü kabul edilirse de hepsinin üzerinde bir Tanrı kavramı ve inanışı görülmektedir.37
Orta Asya'daki 'güneş'in, 'ay'ın, bazı dağların, göllerin kutsal kabul edilme geleneği İslfuniyet'in kabulüyle beraber Türklerde yeni anlarrılar kazanmaya başlamıştır. Sabah, 'güneş'e karşı, gece ise 'ay'a karşı dua edişler, Alevilik-Bektaşilik açısından yeni bir anlarrı kazanmış, Güneş Hz. Muharrımed'i yani nübüvveti, ay ise Hz. Ali'yi yani velayeti sembolize etmiştir. Eski Türk inançlarından olan yolda sıkıntıya düşen darda olanların yardımına koştuğuna inanılan Boz Atlı Yol Tengrisi38 kavramının, İslfuniyet'in kabulü ile Boz Atlı Hızır'a dönüşmüş olduğunu görüyoruz.
f- Kızılbaş Kelimesinin Kaynağı Hakkındaki Söylenenler
Bazı kelimelerin anlamlarının zarrıan içinde değişikliğe uğradığını görüyoruz. Alevi kelimesi de bunlardan birisidir. Alevi, Ali neslinden gelenler anlamında yüzyıllarca kullanılmıştır. Halbuki bugün Alevi kelimesi ülkemizde önemli bir nüfusa sahip olan, bir inanç grubunu ifade etmektedir. Bu ifade 13. ve 14. yüzyıllarda bu topluluklara verilen genel bir isim değildi.
Şah Haydar ile başlayan, Şah İsmail ile devanı eden kızıl börk giyme geleneğinden sonra inançsal bir ifadeden çok siyasal bir anlarrı taşımakta olduğunu belirtmiştik. Makalemizde 16. yüzyılda Alevi kelimesini kullanmamızın sebebi bugün bu şekilde anıldığı içindir. Anadolu'daki Erdebil Tekkesi müritlerine bazen "Kızılbaş" bazen "Raftzt" denilmiştir. Bu iki kelimenin yerine bazen "Safeviler" tabiri de kullanılmıştır. 16. asırdan itibaren "Kızılbaş" kelimesi aşağılayıcı bir anlarrı taşımaktaydı.
Osman Bey ve Orhan Bey zarrıanında civardaki köylüler, askerler kırmızı başlık kullanmaktaydı. Orhan Bey zarrıanında Alaeddin Paşa'nın tavsiyesiyle bu kızıl başlık, ak başlığa çevrilmiştir. Bu nedenle o zarrıana kadar kızıl börkü herkes takardı. Doğruluğu akademisyenler tarafından tartışılsa da konuyla ilgili yaygın rivayetler şu şekilde sıralanabilir:
Uhud savaşında Hz. Muhammed'i koruyan Ebu Düccane'nin sarığı aldığı yaralar yüzünden kandan kırmızıya boyanmıştır.
Hayber Kalesi'nin fethinde Hz. Ali başına kırmızı sarık sarmıştı. Sıffiyn savaşında Hz. Ali kendi askerlerinin başına kırmızı sarık sardırmıştır. İbn-i Mülcem, Hz. Ali'yi yaralayınca akan kan sarığını kırmızı hale getirmişti. Şah İsmail askerlerine kırmızı sarık sardırtmıştır. 39
Tarih boyunca Kızılbaş topluluklara "birbirilerinin kadınlanna tasarruf ettikleri" şeklinde yaptıkları utanç dolu iftiraları, zamanın padişahlarına yaranmak için Aşık Paşazade gibi tanınmış tarihçiler bile yapmışlardır. 40
e- Yeniçeri Ocağı ve Bektaşi Tekkelerinin Kapatılması Olayı
Alevilik-Bektaşilik tarihi açısından en önemli olaylardan birisi de Sultan il. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağı'nın ve onunla bağlantılı olan Bektaşi tekkelerinin 1826 yılında kapatılması olayıdır. Bu süreçte binlerce Yeniçeri öldürülmüş, binlercesi ise takibe uğramaktan kurtulamamıştır. Bektaşi babalarının kimisi öldürülmüş, kimisi ise sürgüne gönderilmiştir. Bektaşi sözü 1255 H.(M. 1839)'ye kadar söylenmez olmuş, 1255'te Abdülmecid tahta çıkınca yavaş yavaş Bektclştlik varlığını göstermeye başlamış ve 1267 H. (1850 M.)'de vefat eden Halil Revnaki Baba'nın himmeti ile evvela Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergahı uyandırılmış, sonra bütün tekkeler ve zaviyeler açılmıştır. 41 Bu açılma Bektaşi tekkelerinin resmen açılmasından ziyade faaliyetlerine göz yumulması şekline olmuştur. Atatürk, 1925 yılında tüm tekkeleri kapatırken Milli Mücadele'ye katkılarından dolayı Mevlevı"42 ve Bektaşi tekkelerini hariç tutmak istemiştir. Cumhuriyet'in yeni kurulması ve ülkenin içinde bulunduğu şartlardan dolayı tekkelerin tamamını kapatmak zorunda kalmıştır. Amacı ortamın yumuşaması ve on yıl sonra tekkeleri tekrar açmaktı. Tamamının kapatılma hadisesinde İsmet İnönü'nün "Paşam ya hep, ya hiç" sözü etkili olmuştu. Milli Mücadele'ye Bektaşiliğin ve Mevleviliğin katkıları olmasına rağmen, ayrım gözetilmeden onlar da kapatılmak zorunda kalmıştır.43 On yıl sonra sağlığının iyi olmaması, Hatay sorunu, hem de Dersim olaylarının çıkması bunu engellemişti. Bedri Noyan ise konuyla ilgili olarak;
"Atatürk, İzmir'i düşmandan geri aldığı günlerde, Uşşakizade'nin evinde oturduğu sırada, binanın korumasını o zamanlar subay olarak orduda ve o civarda bulunan Mümtaz Baba'ya bırakmıştır. Hastalığından kısa bir süre önce İznıir'e gelişinde, şimdiki Atatürk Müze ve Kütaphdnesi olan Birinci Kordon'daki binada, Denizli'den çağırttığı Mümtaz Baba'yı kabul eden Atatürk, kendisine; "Bugünün şartlanna uygun bir talimatname hazırlamasını ve buna göre tekrar Bektaşiliği ihya etmek istediğini" tebliğ etmiştir. Bunu Mümtaz Baba'nın kendi ağzından birkaç defa dinledim. Bu konuyu neden· ihmal ettiğini, hemen iyi-kötü bir şeyler hazırlayıp vermesinin çok iyi olacağını söyleyerek; hazırlayacağı metne Atatürk'ün gereken şekli vereceğini söyledik. Mümtaz Baba, 'Böyle bir görev alınca çok şaşırdım, nasıl bir şey yazayım diye düşüne düşüne güzel bir tüzük hazırlayamayacağım kanısına vardım. Tam o sırada da Atatürk'ün hastalığının arttığını ve bu arada böyle bir konu için kendisine gitmenin uygun olmayacağını düşündüm' diye yanıt verdi. Her ne hal ise gerçekten büyük bir fırsat heder olmuştur." 44 demiştir.
Bektaşi babaları Atatürk'ü bir kurtarıcı olarak gördüklerinden dolayı ona karşı çıkmadılar ve inançlarını kendi imkanları içinde yaşatmaya devam ettiler. Ayrıca Atatürk gerek savaş yıllarinda, gerek tekkelerin kapatılmasından sonra sürekli Bektaşilerden yardım görmüş, kendisi de Bektaşilere karşı sevgi duymuştu.
Tekke ve zaviyelerin 1925 yılında kapatılmasının Alevi toplumuna zarar verdiği söylenir. Bu nedenle bazı çevreler Atatürk'ü suçlarlar. Alevilerin tekkelerle bir ilişkisi yoktur. Tekkelerin tamamı Bektaşilerin elindeydi. Aleviler bu tekkelerin konuklarıdır, yararlananlarıdır. Aleviler kendi evlerinde yaptıkları cemler ile varlıklarını sürdürürler. Atatürk zamanında tek bir Alevi bile cem yaptığı için yargılanmamıştır. Halbuki en büyük darbe 1826 yılında II. Mahmud vasıtasıyla olmuştur. Zaten Yavuz Sultan Selim'den itibaren Alevilik mercek altına alınmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında ise Bektaşi Tekkeleri'nin kapatılması yönünde hiçbir girişimde bulunulmamıştır. Aynı zamanda Sersem Ali Dedebaba, Kanuni'nin akrabası ve veziridir. Bununla beraber gerçek anlamda seyyidlere Osmanlı Devleti'nin ayrıcalık tanıdığı da bilinen bir gerçektir.
Sonuç
Hz. Muhammed'in Hakk'a yürümesinden sonraki ilk dört halife döneminde bazı sorunlar olmakla birlikte halifelik seçimle olmuştu. Muaviye ile beraber halifelik babadan oğula geçen bir saltanat haline gelmişti. 45 Aynı zamanda, Peygamber efendimiz zamanında uyuşturulan Cahiliye Dönemi adetleri ve İslam dışı tüm değerler, İslam adına topluma dayatılıyordu. Buna karşı çıkan Ehl-i Beyt ve taraftarları akıl almaz zulümlerle karşılaşıyor, her fırsatta katlediliyorlardı. Arabistan coğrafyasında yaşama imkanı bulamayan bu insanlar, İslam'ın yüce değerlerini canları pahasına sonraki nesillere ulaştırabilmek için özellikle Türkler'in yoğunlukta bulunduğu Horasan'ın dağlık bölgelerine göç ediyorlardı. Hz. Muhammed'in, Hz. Ali'ye aktardığı İslam anlayışını, bu gönül erleri çevresine yaymaya çalışıyorlardı. Araplar, kendileri dışındakileri mevfill olarak görmekte ve aşağılamaktaydı. Ehl-i Beyt'in zulme uğraması, Kerbela olayı, Türklerin hor görülmesi nedeniyle Araplar dışındaki toplulukların birbirlerine daha çok yaklaşmasına sebep oluyordu. Bu nedenle Türkler, zulme uğramış olan bu gönül erlerini bağrına basmış, onları koruyup kollamıştır. Türkler, Ehl-i Beyt'e büyük sevgi beslemiş, yüzyıllarca onların isimlerini çocuklarına vermişlerdir. Zamanla ortaya çıkan siyasi olaylar, Selçuklu ve Osmanlı yöneticilerinin Türkmen halka önyargılı, aşağılayıcı bakışları_, özellikle Çaldıran Savaşından sonra kendi öz halkına düşmanca bir tavır takınmasına neden olmuştur. Osmanlı yönetimi, kendisini o seviyeye getiren Türkmenleri ihmal etmişlerdir. Daha sonraki tarihlerde bu aşağılamiılar iğrenç iftiraların da muhatabı anlamında kullanılan "Kızılbaşlar" sözü ile halkın Şah İsmail'e yakınlık duymasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti bütün yazışmalarında oldukça ağdalı ağır bir dil kullanırken, Şah İsmail, halk tarafından bilinen adıyla "Hatayı" şiirlerinde yaşayan Türkçe'yi kullanmıştır. Ehl-i Beyt'in hakkı, Ehl-i Beyt davası gibi konulan işlediği gibi günümüzde bile son derece önemli tasavvufi derinlikler içeren nefesleriyle Anadolu Alevisinin gönlünde taht kurmuştur. Bu nedenle o dönem Şah İsmail'i destekledikleri, hatta Osmanlı'ya karşı Şahk.ulu ayaklanmalarına girdikleri bilinen bir gerçektir. Bununla birlikte Şah Hatayi'nin atalan bu işe şeyhlikle başlamış, ·etrafındaki insan sayısı artınca şahlığa çevirmişlerdir.
Burada Osmanlı'nın da ihmalleri, aşın vergileri, yerel yönetimin kendi idareleri ve şeyhü'l-islam fetvalarının sürece olan olumsuz etkileri göz ardı edilmemelidir. Aynca Alevi-Bektaşi toplumu Hatayi'nin nefeslerini kendi yaşamının merkezine koymuş, sözleriyle duygulanmış, coşmuştur. Alevi inancında olan insanlarda, bir bedende iki farklı karakterin nasıl olduğunu da anlamakta zorluk çekilmektedir. Bu nedenle günümüz Alevilerini Şah İsmail'in siyasi kimliği değil, Hatayi'nin nefesleri ve inançla ilgili verdiği mesajlar ilgilendirmektedir.
DİPNOTLAR ;
·Araştırmacı yazar, e-posta: dursun@goztepenakliyat.com.tr
1 Lütfullah Ahmed, Hz. Muhammed'in Hayatı ve Kurduğu Dinin Esaslan, İstanbul Maarif Kütüphanesi, İstanbul 1989, s. 591
2 Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınlan, İstanbul 199
3 Nihat Çetinkaya, Kızılbaş Türkler, Kum Saati Yayınlan, İstanbul 2005, s.30.
4 Çetinkaya, a.g.e .. , s.31.
5 İsmal Kaygusuz, İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Aleviliğin Doğuşu, Su Yayınevi, İstanbul 2005, s. 38-39.
6 Salahaddin Güngör, Saadete Ennişlerin Bahçesi, İstanbul MaarifKitaphanesi, İstanbul 1990, s. 257.
7 Abdülbaki Gölpınarlı, Oniki İmam, Der Yayınlan, İstanbul 1979, s. 57.
8 Çetinkaya, a.g.e., s.72-73
9 Çetinkaya, a.g.e., s.63
10 Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi ve Şah İsmail, MaarifKitaphanesi Matbaası, İstanbul 1952, s. XIV.
11 Şakir, a.g.e., s. XV.
12 Kaygusuz, a.g.e., s. 35-39.
13 Kaygusuz, a.g.e., s. 51.
14 Kaygusuz, a.g.e., s. 69 15 Kaygusuz, a.g.e., s. 177
16 Çetinkaya, a.g.e., s.74
17 Çetinkaya, a.g.e., s.74
18 Şakir, a.g.e., s. 81.
19 Kaygusuz, a.g.e., s. 241.
20 Mustafa Ekinci, Erdebil Tekkesi'nin Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu'daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri, (Doktora Tezi), Şanlıurfa 1997, s. 55.
21 Ekinci, a.g.e., s. 57-58
22 Ekinci, a.g.e., s. 84
23 Ekinci, a.g.e., s. 142
24 Ekinci, a.g.e., s. 147
25 Ekinci, a.g.e., s. 155
26 Şakir, a.g.e., s. XXVI.
27 Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Padişah/an, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul (tarihsiz), s. 158.
28 Erdal Küçükyalçın, Turna'nın Kalbi: Yeniçeri Yoldaşlığı ve Bektaşilik, Boğaziçi Yay., İst., 2010.
29 Cemal Şener, Alevilerin Etnik Kimliği, Etik Yayınlan, İstanbul 2002. s. 95. (Burada verilen bilgide hatalar, yanlışlar vardır: Bitlisi'nin Türkleri katlettirdiği ise uydurmadan ibarettir; o civarları fetheden kuvvetlerin başında Bıyıklı Mehmet Paşa vardır; bu zat Diyarbekir'i barış yoluyla aldıktan sonra Karahan kumandasındaki Safevi birliklerini birkaç defa bozguna uğrattı. Esasen Safevilerle çekişme halinde iken, bu bölgelerdeki çarpışmalarda karşılıklı· olarak Türklerin öldürülınüş alınası, savaşın icabıdır. Bunu tek taraflı bir olaymış gibi yansıtanlar, maksatlıdırlar, dikkat edilınesi lazımdır. Cemal Şener'in bu bilgiyi verirken hangi kaynaklardan yararladığına da bakmak lazımdır. Aşağıdaki Ebussuud Efendiye isnad edilen fetva da tahkik edilmelidir; bunlar gerçekten ehil kimseler tarafından toplanmış ve yayınlanmış olan metinlerden mi alınmıştır, yoksa kasıtlı olarak yapılmış fetva mecmuaları mıdır, araştırmak, incelemek lazımdır. Nitekim buradaki ifadeler şekil şartı bakımından fetva metinlerine uymamaktadır ... Yayınlayanın Notu] 30 Baki Öz, Alevflikle İlgili Osmanlı Belgeleri, Can yayınlan, İstanbul 1995, s.116. 31 Öz, a.g.e., s. 117. 32 Ekinci, a.g.e., s. 24
33 Çetinkaya, a.g.e., s. 39
34 Çetinkaya, a.g.e., s.94
35 Çetinkaya, a.g.e., s. 94.
36 Çetinkaya, a.g.e., s.171.
37 Yaşar Kalafat, Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlannın İzleri, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1996, s. 25.
38 Kalafat, a.g.e., s. 49
39 Ekinci, a.g.e., s. 179.
40 Ekinci, a.g.e., s. 190.
41 Bedri Noyan, Alevflik Bektaşilik Nedir, Ardıç Yayınlan, Ankara 1998, s. 174. 42http://www.tarihportali.net/tarih/kurtulus_savasina_katilan_din_bÜginleri_ve_tekkelert5437
.O.html;imode
43 Merhum Bektaşi Halife Babalarından Turgut Koca'nın bir sohbetinden.
44 Noyan, a.g.e., s. 69
45 Çetinkaya, a.g.e., s. 66.